Gölge Yazar
“Geçirdiğim talihsiz bir kaza sonucu kolum kırıldığı için önümüzdeki birkaç ders sizlerle olamayacağım.”
Sabaha bu maille uyanmıştım. Bir hedefim daha gelip geçici hevesler rüzgarına takılıp uçmuştu. Kirpiklerimi kesmek istedim. Kaza nasıl bir kazaydı? Arabayı O mu kullanıyordu yoksa yaya mıydı? Ya da yolda yürürken mi düşüvermişti? İnsan genelde biraz umutsuzken düşerdi. Umutsuzlukta kendini taşımak zorlaşıyordu, ondan olsa gerek. Çok mu umutsuzdu? Derslerdeki halinden tavrından anlıyordum zaten bir süredir bir şeylerin yolunda gitmediğini…
Ajandamdaki ders saatini karaladım ve cevap yazdım. Bankada az biraz birikmiş paramla kaydolduğum ikinci üniversitemdi. Tam burs alamadığım için yıllık ödemeyi yapmak zorundaydım. Yazarlığa giriş dersi bana en umut veren ders olmuştu. Hocayla arayı iyi tutarsam bir şekilde bu alandan yürüyebileceğimi düşünüyordum.
İlk dersten bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Bu alandaki başarısıyla ünlü Tayfun Hoca çok gecikmişti. Sınıfta üç kişiydik. Okul, yeni açılmış bir okul olduğu için öğrenci sayısı çok azdı. Uzun bir süre, hocanın sınıfa sadece üç kişi girdiğini gördüğü için gelmediğini düşündüm. Ancak sonra pencereden okulun giriş kapısından binaya koşmakta olduğunu görünce, sadece geç kalmanın kitabını yazdığını fark ettim. İçeri koşar adımlarla girdi ve masasına dek hızını kesemedi. Nefes nefese selam verdi.
“Ben Tayfun Seymenoğlu. Geciktiğimi için kusuruma bakmayın lütfen.”
İlk günden, kırk kişilik sınıftaki üç öğrenciden özür dileyen enfes bir insandı. Pantolonun paçaları bütünüyle çamura batmıştı. Bu çamur sabah yağan azıcık yağmurdan kaldıysa o saatten beri temizlenmemiş oluşu merak uyandırıyordu. Bu adam çok mu koşturuyordu yoksa unutkan bir serserilik içinde miydi? Bu soruyu ilk tanıştığım her insan için soruyordum. Serseri olup olmaması beni çok ilgilendiriyordu. Çünkü serserilere hiç güvenim yoktu.
Topu topu üç ders yapmışızdır. Sonrasında bu mail işte… Daha yazdığım öykülerden bahsedecek zaman bile bulamamıştım. O öykülerden birini okutup, şu dergiye yollayalım demesini gizlice hayal ediyordum. Hayallerim, talihsiz bir kazanın kurbanı, ben hızlı akan zamanın kıskacında yine gölgeye takılmıştım.
İkinci Gün:
Birine uzun süre kızıp kızmadığımı o kişiyi telefonumda engellediğimde anlıyorum. Bir süre geçince eksikliğini hissediyorsam, engeli kaldırıyor ve o kişiyi hayatımdan çıkaramayacağımı anlıyorum.
Üçüncü Gün:
Karşı kaldırıma geçmek için geç kalınca çarpmakta olan kalbime razı oldum. Burun buruna geldiğimizde öpüp öpmemek arasında bir tereddütle karşılıklı dikildik. Müzisyenlik yıllarımdan eski bir tanıdık. O kadar meşhur oldu ki hala düşünüyorum mesleği bırakmasaydım ben de meşhur olur muydum diye… Bu ülkede hayalleri kocaman ama hareketleri yetersiz o kadar çok insan var ki… Ben de onlardan biriyim. Asla yürürken dikkat çekmiyorum. Gölgeyim.
Arkadaşım yoga hocası da oldu. Hem müzisyen kaldı, hem yoga hocası oldu. İnsanlar bana ‘Müziği neden bırakıyorsun?’ dediklerinde, başka bir alanda öyle bir parlayacağıma öyle emindim ki, gönül rahatlığıyla ‘Çünkü istemiyorum’ diyordum. Ta ki bir şeyi bırakmanın istememek değil, aslında gizli bir hayalkırıklığı ve başarısızlık barındırdığını anlayana dek.
Ben kendimden gizlemeyi başardığım başarısızlık hissimi başkalarından gizleyememişim.
Ben de hem yazar, hem müzisyen kalabilirdim. Oysa şimdi ikisi de değildim. Hatta ayrıldığım sevgililerimle dost da kalabilirdim ama hepsiyle ilişkim kesildi. Bunları düşününce sütten kesilmiş bebek gibi oluyor ve ağlamaya başlıyorum.
Dördüncü Gün:
Köpeğimizi aynı zamanlarda almıştık. Bıraktığını öğrendiğimde çok üzüldüm. İki gece üst üste anksiyetem tuttu ama kimseye söyleyemedim.
Beşinci Gün:
İnsanlar yalnız hissettiklerinde çok tehlikeli olabiliyorlar. Herşeyden önce yalan söylemeye başlıyorlar. O’na işsizliğimi ve yalnızlığımı açtığımda bunu önemsiz bir durummuş gibi karşıladı. Senelerdir bir işinin olmasının pişkinliği ile “Boşversene” dedi. “Yazacak yığınla hikayen var. Oturur yazarsın. Bak şimdi ben sana üç tane dizi ismi vereceğim. Bu haftasonu otur onları izle. Sonra onlara benzeyen bir hikaye yaz. On günün sonunda konuşalım. Biz de tam senin yazmak istediklerine benzer bir hikaye yazıyoruz çünkü.” İnsan yıllarca kazık yediği, yıllardır her projeden önce kavga çıkararak kaytaran eski bir tanıdığa tüm hafızasını silerek tekrar nasıl inanabilir? İnandım. İşte bunu yalnız hissetmenin acizliği neden oluyor.
O haftasonu evden çıkmadım. Oturdum o aptal dizileri baştan sona izledim. Soranlara da saf saf O’nun bu projesinden bahsettim. Ortak arkadaşlar bıyık altından gülüyor gibi hissediyor ama kurcalamıyordum. Yılların arkadaşı…
Yılların arkadaşına umut bağladığında yılların kazıkları nasıl da kuma gömüyor kendisini hafızada… Yalnızlığım, hafızamı bir deve kuşu gibi kuma gömmüştü. Sabahları erken kalkıyor ve yazmak istediğim hikayeyi dizilere benzeyecek şekilde yazmaya uğraşıyordum.
Bana verdiği sürenin sonunda hafif bir endişeyle hikayeyi mailledim. “Yaşasın” diye cevapladı, “Bu akşam okuyacağım. Çok heyecanlı.”
Bir nefes almışım. Oturdum bekledim akşamı. Bir de şarap ısmarladım kendime. Beklemediğim bir anda mesaj geldi. “Bu akşam bakamayacağım. Lütfen alınma olur mu? Bir arkadaşım geldi çünkü. Yarın okuyacağım artık.”
“Tamam” dedim. “Sorun değil. Ne zaman vaktin olursa.”
Ertesi gün bir mesaj daha geldi. “Ya kusuruma bakma. Bugün de çok koşturmacayla geçiyor. Ben ancak haftasonu bakabilirim. Cumartesi ilk sıraya koydum, seni ararım.”
“Tamam” dedim. “Lütfen alınma olur mu? Çok fazla iş geliyor, yoruluyoruz.”
Bir insanın lütfen alınma deyişinin altında bazan bana alın çünkü gümbür gümbür geliyorum yatabilir. Bu art niyetin dere yatağından taşacak bir su birikintisi gibi aktığının farkındaydım ama birşey demiyordum.
“Tamam” dedim ve kendime mesajlarını hemen görüp, cevap verdiğim için kızdım. Keşke böyle bir ağırlık kazansaydım. İçim fokurdamaya başlamıştı ama bütün kibarlığımla “Dert etme” dedim.
Günümüz teknoloji dünyasında birbirlerine “Dert değil” yazan insanların yanındakine “Amma baş ütüledi bu” dediğine şahit olduğum için benim için tek mesele vardı. Şu başta bahsettiği heyecan neresine kaçmıştı?
Cumartesi akşamüstü kendimi O’nu sorgularken buldum ve “Okudun mu?” “Beğendin mi?” diye mesaj attım.
Aramızdaki kavganın kopuşu orada başlar. İhtiyacım olan son şeyi bana vererek “Biz burada önemli işler yapıyoruz, seni nasıl öncelikli kılmamı beklersin ki” dedi. Bu tip insanların hayatımızdaki yapışkanlığı çok fenadır. Dayaktan salağa dönmüş olur, yine de arkanızdan dedikodunuzu yapmasın diye yanınızda tutarsınız. Böyle bir sevgilisi vardı mesela O’nun. Aslında seneler önce ayrılmışlardı ve çocuk çoktan başka bir ilişki de kurmuştu. Ama kızın eline öyle bir malzeme vermişti ki zamanında, kız bir şekilde O’nu istediği zaman çağırıp yollama hakkını kendinde görüyordu.
Altıncı Gün:
İlaca başlıyorum. Prozac … reçete olmadan satın alabileceğim bir eczane bulmuşum. Kutu kutu aldım.
Diğer Günler:
O gün bugündür böyle.
-Günsu Özkarar